Sevgiden Doğan %100 Mutluluk!

Doğduğu andan 7 yaşına kadar çocuk, çevresinden aldığı verileri işleyip kodlayarak geleceğine yön vermektedir. Algı boyutları açısından (nörolojik düzeyde insan) insanlarda görebildiğimiz tek şey bir ortamda sergiledikleri davranışlarken, bunun arkasında, en derinlerde neden bu tür davranışları sergilediğini bilemiyoruz. En fazla tahminde bulunabiliyoruz. Buzdağının altında, insanları bu davranışlara iten farklı kimliklerindeki değer ve inanç sistemleri ile maneviyatını bulabiliriz.

İnsanın özü mutlu olmaktır. Ve normalde de insanlar genelde ömürlerinin %95’ini mutlu olarak geçirirler. Şaşırtıcı bir istatistik değil mi? Peki nasıl oluyor da büyük bir çoğunluk mutsuz! Bunun cevabı da soru kadar basit. %5’lik bölümü sürekli göz önünde tutuyoruz da ondan. Tıpkı bir kişi günde bir tek bir sigara içse bile sürekli sigara kokusunu bedeninde taşıması gibi bir şey. İşin belki de daha acı tarafı, tek bir sigaranın dumanının bile etrafını rahatsız etmesi ve zehirlemesi.

Kaç kişi güne başlarken ayna karşısında kendisine şöyle içten, sevgi dolu bakıyor! Yani bir başkası için güzel görünmekten ziyade, kendisine sevgi ile bakıp; “Evet ya ben gerçekten Allah’ın sevgili kuluyum. Diğer insanlara benzemiyorum. Ben şu evrende tek ve eşsizim diyor!” Kendi kendine sabah bu şekilde ayna karşısında bakmanın ücretsiz ve garantili bir motivasyon aracı olduğunun biliyor muydunuz? Bunu uygulamak için kendinize zaman ayırmaya değmez mi? Onbeş dakika daha az uyursanız ne olur ki?


Peki güne aracınızda ya da toplu taşımada devam ederken kendi kendinize sesli ya da zihninizden konuştuğunuz oluyor mu? Bir önceki gün ya da bir önceki hafta ile kıyasladığınızda kendinizde olumlu olarak gördüğünüz neler var? Erken kalkmak, bir kitap okumak, herhangi bir kişiden teşekkür almak, birine yardım etmek ve bunun arkasından minnet duygusunu gözlerde hissetmek,… İşte bunun gibi basit bir olayı yaşamanın ne kadar değerli olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? %95’e doğru gelebileceğinize biraz daha inanmaya başladınız mı?

Bu noktada aklıma bir hikaye geldi. Günün birinde, hiç kimsenin bilmediği bir şehirde yaşayan bir kadın varmış. Her sabah kalktığında o günün yapılması gereken işlerini sırasıyla yapar ve monotonluğun hayatına verdiği tatminsizliği iliklerine kadar hissedermiş. Sadece o değil ailesine de bunu yansıtırmış. Gerek eşi gerekse çocukları bu tavırlarından ötürü mutsuzmuş. O da biliyormuş davranışlarını ama bir türlü kendisine de mani olamıyormuş. Nasıl olsun ki? Hayat bu! Dünya zaten acımasız bir yer. O da koşuşturmacanın içinde günlerini tüketiyormuş.

Bir gün işe giderken her zamanki simitçiden simidini almış. Bindiği vapurda simidini yerken etrafını saran martılara bakmış. Martının simidini istediğini fark etmiş. Zaten bu martılarda hep simit düşmanıymış. Ne zaman bir vapur kalksa, o vapurun kenarında bekler, başkalarının rızıklarına göz dikermiş. Kadın bir an bugüne kadar hiçbir zaman bir martı ile simidini paylaşmadığını fark etmiş. Ve içinde o güne kadar hissetmediği garip bir duygu ile karşı karşıya kalmış. Elini simide atmış bir parça koparmış, koparmış koparmasına da simidin sarıldığı kağıt üzerinde el yazısı ile bir not görmüş. “Ben seni seviyorum ama sen kendini ne kadar seviyorsun?”. İçinde yaşadığı ve anlamlandıramadığı garip duyguyu bağırsaklarında bir ağrı şeklinde hissetmiş. Sanki bağırsakları boğum boğum olmuş da nefes aldırtmıyormuş ona. Eline aldığı simit parçasını, martıya doğru fırlatmış. Martı keskin bir hareket ile tek hamlede kapmış kendisine doğru gelen parçayı…

Bu arada kadın bir an için bir önceki gününü düşünmüş. Her bir karesini gözünün önünden geçirirken, martının çığlığı ile o ana geri dönmüş. İkinci parçayı da martıya atarken, kendisi bir önceki güne gitmiş. Yine benzer kareleri görmüş. Bir hafta öncesi, bir ay öncesi, bir yıl öncesi… Ana hatları aynı olan bir dekorda yaşanan bir tiyatroyu izler gibi bulmuş kendini. Tekrar gözü kağıda takılmış. “Ben seni seviyorum ama sen kendini ne kadar seviyorsun?”

Çocukluktan beri Kur’an-ı Kerim’i öz Türkçeden okuyan biri olarak, o ilk sure olan Alak Suresi geçmiş aklından: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı, sevgi ve ilgiden yarattı”. (*)

İnsan sevgi ve ilgiden yaratılmışken, nasıl oluyor da kendisini bu kadar sevgiden uzak olduğunu anlamamış. İşin kötüsü ne kendisini ne gerçek anlamda ailesini ne de çevresini sevmiyormuş.

Martının çığlığı ile yeni bir parça simidi martıya göndermesi bir olmuş. O sırada geçmişe doğru bir yolculuğa çıkmış, o çocukluk yıllarına. O yıllarda ailesinden, akrabalarından, içinde bulunduğu çevreden ve toplumdan duyduğu bir takım sesleri sanki o an söyleniyor gibi kulaklarında duymaya başlamış. Bu duyduklarına bedeni o kadar güçlü bir şekilde tepki vermiş ki, gözlerinin önünde yapmak isteyip de yapamadıkları belirmiş. Vapurun siren sesi ile irkilmiş, o kadar derin düşünceler arasında gidip geliyormuş ki, vapurun yanaşmak üzere olduğunu anlayamamış. Halbuki ne kadar da kısa sürmüştü yolculuğu. İnerken geçmişte her şeyi koşullandırmalar ile öğretildiğini fark etmişti. Ve bir şeyleri yapmadığında ya kötü şeyler olacağı ya da mahrum edileceği söylenmiş, söylenmekle kalmamış uygulanmıştı. Özgürlüğünün elinden alındığını o ana kadar fark etmemişti. Ama bugün baktığında bu söylediklerinin büyük kısmının saçma inançlar halinde içinde bir köşede hala varlığını sürdürmekte olduğunu görmekte idi.
-       Tabağındaki pilavları bitirmezse kalan pirinç kadar çocuğun olacaktır
-       Büyümeden kahve içmeye başlarsan çocukların zenci olur
-       Çocuk yiyen devler, canavarlar…
-       ….
-       Anne-Babanın sözünü dinlemezsen seni sevmezler… vs.

Sevginin koşullu olduğunu ve arkasında bir takım davranışların olması gerektiğini fark etti. O an kendine şunu sordu? “Benim kendimi sevmem için ne gerekiyor?” Sordu sormasına bunu ama o an bir cevap bulamadan günü tamamladı.

Ertesi sabah olduğunda tekrar rutinine başladı. Tekrar simidini aldı ve vapuruna bindi. Yine aynı martı yanında bitti. O an dünkü not aklına geldi.  “Ben seni seviyorum ama sen kendini ne kadar seviyorsun?”

Bugün onun için yeni mesaj olup olmadığına dair merakla simidin kağıdını araladı ve yeni bir soru ile karşılaştı. “Varsayalım ki bir ayna ile karşı karşıyasın, iyi yaptığın şeyleri söylemek istersen neleri söylerdin?” sorusunu gördü. Martının o günkü payını fırlatırken sorunun cevaplarının da zihninde belirdiğini fark etti. “İyi yemek yapıyordu, işinde de iyi idi aslında. Ailesine karşı da oldukça ilgiliydi mutsuz tavırlarını saymazsa ...” Bunları düşünürken, yüz kaslarının gevşediğini, yüzünde bir tebessümün oluştuğunu fark etti. O sırada gözü karşısında oturan adamın gazetesine ilişti. Gazetenin ona dönük yüzünde kocaman bir kalp vardı, bir de yazılar. Dalgınlığı bir anda yandan gelen ses ile kesilmiş. “Martılar ne kadar özgür ve sevimli hayvanlar değil mi? Ben her gün evde artan ekmekleri getirip, martıları beslerim. Bunu yaparken, içimi doyumsuz bir tatmin ve sevinç kaplar. Bir canlıya dokunup, onu beslemiş oluyorum. Onların şükranlarını da çığlıkları ile alıyorum ve günümü mutlu geçiriyorum” demiş ve çıkışa yönelmiş.

O gün işine tatlı bir tebessüm ile gitmiş. İçindeki huzur ve tatmini tüm gününe yansıtmış. Öyle ki,  akşam evde de farklı bir ailesi olduğunu görmüş. O güne kadar hiç görmediği kadar yardımsever, dinleyen, paylaşan ve bir arada olan.. Akşam olup uyuduğunda geçirdiği birkaç gün gözünün önünde canlanmış ve kendisinde bazı değişikliklerin olduğunu anlamış. Bu değişikliklerin diğerlerini  de değiştirdiğini fark etmiş. 

O gün normal uyanma saatine göre bir saat erken kalkmış. Normalde uykuya devam eden o, kalkmış ve banyoya gitmiş. Yüzünü yıkadıktan sonra bir süre kendisine aynada bakmış. Bir yabancıya bakar gibiymiş ilk bakışta. Garipsemiş. En son ne zaman bu şekilde baktığını hatırlamaya çalışmış, 5-6 yaşlarında evcilik oynayan kendisini görmüş. Görmesi ile yüzünde garip şekiller yapması bir olmuş. Ve bir kahkaha patlatmış. Kahkaha sanki gözünün içindeki sönüklüğü alıp götürmüş, çakmak çakmak bir göz ve canlı bir yüz ortaya çıkmış. O an ne güzel, iç ısıtan bir yüzüm var demiş. “Seviyorum Seni Güzel Kadın” diye eklemiş…

O gün heyecan ile tekrar simidini almış. Ama bu sefer 2 tane olarak. Vapura kadar kağıda bakmamak için kendini zor tutmuş. Vapura geldiğinde önce martısının simidini parçalamış ve içinden şu not çıkmış. “Kalbindeki sevgiyi paylaşmanın hayatını ne kadar zenginleştirebileceğini hayal etmek ister miydin?” Sorunun üzerinde yarattığı tatlı heyecan ile kendi kağıdını açmış:



Sevgiden, acılıklar tatlılaşır. Sevgiden, bakışlar altın kesilir.
Sevgiden, tortulu ve bulanık sular arı, duru hale gelir.
Sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden, ölü dirilir.
Sevgiden, padişahlar kul olur.  Bu sevgi de bilgi sonucudur.
Saçma sapan şeylere kapılan kişi, nasıl olur da böyle bir tahta oturabilir? Eksik bilgi nasıl olurda aşkı doğurur?
Eksik bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk cansız bir şeydir” Mevlana

O gün o vapurdan inerken kendini farklı bir bilinç seviyesinde gibi hissetmiş.  O bilincin verdiği canlılığı tüm hücrelerinde hissederken, bunun onun hayatına katacağı zenginliğe bırakmış kendini.



Yarın sabah erken kalkıp 15 dakika kendinize aynadan bakmaya ve kendinizle tekrar tanışmaya ne dersiniz?

Kemal BaşaranoğluProfesyonel Koç
kemalbasaranoglu@gmail.com
Facebook Turuncu Yeşil
Linkedin Turuncu Yeşil
www.tykocluk.com




(*) Surelerin iniş sırasına göre Kur’an-ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri – Prof. Yaşar Nuri Öztürk). Meale sadık kalınmak üzere, birden fazla olan kelimeler mealde parantezler ile ayrılmış. Müzzemmil Suresi’nde ise “Kuran’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!” denmiştir. Bu anlamda surenin çevirisi olan “İnsanı, embriyodan/ilişip yapışan bir sudan/sevgi ve ilgiden/husumetten yarattı” kelimelerinden sevgi ve ilgi alınarak tamamlanmıştır.

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,